MALEZYA

MALEZYA MALEZYA

Saatlerdir uçuyorduk. Kaç film izlemiş, kaç kez uyuyup uyanmış ve kaç kez de bacaklarım açılsın diye yerimden kalkıp koridorda dikilmiştim... Gittiğimiz yere coğrafya derslerimizde boşuna “Uzakdoğu” denilmiyordu. Doğunun uzak mı uzak noktasına gitmek için saatler harcamak gerekiyordu. Kaderimde dokuz sene sonra tekrar Malezya’ya gitmek vardı.

Sonunda Kuala Lumpur’a yaklaşmıştık. Yere inmeden önce uçağın içinin herhangi bir salgın hastalığa karşı ilaçlanacağı, ilacın insan sağlığına bir zararı olmadığı anonsu yapıldı. Kendimi reklam filmlerindeki tek dişi kalmış, biçimsiz ve sevimsiz mikroplar gibi hissetmedim desem yalan olur. Hostes, elinde spreyi havalandırmaya sıkarken, yüzümü kapattım. İlacın yan etkisi olmasa da sanki değişik bir koku burun direğimi sızlattı.

Kuala Lumpur’a indiğimizde yağmurlu bir hava karşıladı bizi. Pasaport kontrolden geçtikten sonra telefonlarımıza internet paketi bize uyan geçici bir hat aldık. Malezya’ya gittiğinizde internet kullanmak için en azından iki önemli nedeniniz vardı.

  1. Taksi çağırmak için TEKSI uygulamasını kullanmak.
  2. “All Currency Converter” uygulaması ile her şeyi kolayca kendi para biriminizde hesaplamak.

Araba Plakasını Boşver Selfie’ye Gel!

Hattımızı aldıktan sonra havaalanından dışarı çıkıp bir taksi tuttuk ve Petaling Jaya’daki otelimize doğru yola koyulduk. Hava kararmıştı ve yağmur, Ekvator’a yakın bir konumda olmamızın hakkını veriyor iri damlalarla durmamacasına yerleri döver misali yağıyordu.

Arabaların direksiyonları Türkiye’dekinin aksine sağdaydı. Otoyolda sağdan sağdan giderken birden sağ tarafımızdan bir otomobil bizim şeride girmek istedi. Hintli şoförümüz kendi şeridinden gözünü ayırmadığından o beyaz otomobili fark etmedi ve “GüM” sesi ile arabalar birbirine çarptı.

Bize çarpan otomobil ile taksimiz hemen yolun kenarına ardı ardına geçip park ettiler. Diğer otomobilden şoför inerken, yağan yağmurdan da korunmak için kocaman bir şemsiye açmıştı. Penyesinin üzerinde “Break the Rules” (Kuralları Yık) yazıyordu. O da bu cümlenin hakkını vermiş ve hızla bizim şeride geçerek taksimize çarpmıştı.

Bizim şoförümüz de arabadan indi ve ikisi birden arabalarının hasarlarını incelediler. Sonrasında anlam veremediğim biçimde iki şoför de telefonlarıyla birbirlerinin fotoğrafını çekti. “Kaza kankalığa mı dönüşüyor?” diye düşünmeden edemedim. Bir süre konuştuktan sonra iki şoför de araçlarına geri döndü. Bizimkinin tam kapısına çarpıldığı için şoför kapıyı kapatmak için epey uğraştı.

Yola devam ettik bir süre. Neden sonra Hintli şoförümüz birden telaşlandı ve elini alnına koydu:

“Ah arabanın plakasını almayı unuttum!”

O an gülmemek için zor tuttum kendimi. Birbirlerinin fotoğraflarını çektikten sonra birlikte bir selfie poz vermedikleri kalmış da arabanın plakasını almamış mıydı?  

Otelimize vardıktan sonra Türkiye’ye göre 6 saat ileride olan Malezya’da kararan havayla iki geceyi üst üste gündüzsüz yaşamış olduk. Yatma vakti gelmişti. Ne de olsa sabah erkenden kalkıp Batu Cave adlı Hindu Tapınağı’nın yolunu tutacaktık.

Yaşanması Gereken An

Sabah alarmın çalmasıyla hızla kalktık. Başkent Kuala Lumpur’un 13 km kuzeyinde yer alan Batu Cave’e trenle ya da taksiyle gidilebiliyordu. Petrol bakımından zengin olan Malezya’da benzin fiyatlarının düşük olmasından dolayı taksi fiyatları Türkiye ile kıyaslanamayacak kadar ucuzdu.

TEKSI uygulamasında üç çeşit taksi tercih edebiliyordunuz. Biri “Bütçe” taksi, diğeri onun bir üstü, öbürü de lüks segmentindeydi. Biz “Bütçe” olan en uygun taksiyi seçtik ve o da bizi fazla bekletmeden geldi.

Yarım saate yakın bir süre yemyeşil ağaçların fon olduğu yollardan geçtikten sonra tapınağa varmıştık. Tapınağın dışında çiçeklerden kocaman kolyeler satan seyyar satıcılarla karşılaşınca dayanamayıp kolyelerden aldık ve hemen boynumuza taktık. Yoğun çiçeklerden oluşan kocaman kolyeyi takan iki Avrupai tipli kadını gören Hindular gülüp duruyorlardı. O an kolyelerin ayin esnasında mı takıldığını sordum kendime. Bilmeden bir şeyi yanlış yapmıştık ama neyse...

Hinduların ocak ayının sonlarında gerçekleşen Thaipusam Festivali’nde yoğun olarak ziyaret ettikleri Batu Cave’in önünde Lord Murugan’ın altın rengine boyalı 43 metre yükseklikteki heykeli gelenleri selamlıyordu. 1892 yılında keşfedilen bu mağaraya dik basamaklı merdivenleri tırmanarak ulaşılıyordu. Buraya gelmeden önce maymunların insanların yollarını kestiğini duymuştum ve “nereden bir maymun çıkabilir?” diye tetikte olarak yoluma devam ediyordum ama maalesef şansıma hiç maymun görmedim.

Merdivenler öylesine dikti ve hava da öylesine basıktı ki, nefes almakta çok zorlanıyor, bir yandan da sucuk gibi terliyordum. 272 adet dik merdiven basamağını tırmandıktan sonra 100 metre yüksekliği olan mağaraya varmıştık. Bir gece önce yağan yağmurlar kireçtaşlarının arasında kaldığından mağaranın içerisine girerken damlalardan oluşan bir şelaleden geçiyordunuz.

Hindu dinine özgü figürlerden oluşan bir yapıyı da gördükten ve soluklandıktan sonra tekrar merdivenlerden inmek için hazırdık. Manzara, ortamın enerjisi ve merdivenlerden indikten sonra içilen soğuk mu soğuk hindistan cevizi suyu ise Kuala Lumpur’a gelince yaşanması gereken anlardandı.

Ghandhi’yi Takip Ediyorum

Asya’nın en büyük Doğrudan Satış Şirketlerinden ve aynı zamanda Manchester City FC’nin Doğrudan Satış Resmi Partneri olan QNET’in QI Tower’daki ofislerini ziyaret etmeye sıra gelmişti. QI Tower’ın girişinde Hindistan Bağımsızlık Hareketi’nin Siyasi ve Dini Lideri Mahatma Ghandhi’nin sağ elinde sopasına yaslanarak yürüyen mütevazi heykeli bizi karşıladı.

Şiddet unsuru içermeyen direnişi destekleyen, Hindistan’ın resmi olarak babası ilan edilen ve doğumgünü olan 2 Ekim, Birlemiş Milletler tarafından “Dünya Şiddete Hayır” günü olarak anılan Mahatma Ghandhi’nin heykeli bile bana pozitif enerji verdi.

Yukarıya çıkmak için asansöre bindiğimizde de Mahatma Ghandhi’nin sözlerini içeren posteri ile iletişim kurdum. Posterde şunlar yazıyordu:

“Müşteri en önemli önceliğimizdir. O, bize bağımlı değildir. Biz, O’na bağımlıyız. O, bizim işimizi sekteye uğratan değil, işimizin amacıdır. İşimizin dışında değil, işimizin bir parçasıdır. O’na hizmet ederek O’na iyilik yapmış olmuyoruz. O, bize şans tanıyarak iyilik yapmış oluyor.”

QNET’in ürün ve hizmetiyle müşteriyi ön planda tutması ve bu felsefeyi benimsediğini girişten itibaren belirtecek şekilde iletişim kurması ile anlaşılıyordu.

Asansörde Uzakdoğu halklarında görülen “Tetrafobi” yani 4 rakamından korkma durumu burada da görüldüğünü fark ettim. 4 kelimesinin okunuşunun Japonca, Korece ve çince’deki “ölüm” kelimesiyle benzeşmesi nedeniyle bu rakam uğursuz sayılıyordu. Genelde asansörlerde de 4. kat atlanırdı. QI Tower’da da 4. kat yerine 3. Kattan sonra 3A katına çıkılıyordu.

Uluslararası bir şirket olduğu için müşteri ilişkileri bölümünde duvarlarda Singapur, Kahire, İstanbul, Hong Kong, Bakü, Bangkok gibi birçok kentin saatleri yer alıyordu.

QI Grup’un Yönetim Kurulu Başkanı Dato Sri Vijay Eswaran adlı Malezyalı bir işadamıydı. Bununla birlikte kendisi yazardı. Sadece ticaret değil, insanların kendi içlerindeki güçleri keşfetmelerini de sağlayan bir felsefe ile farkındalığı artırırken sosyal sorumluluk projeleriyle de alma – verme dengesini sağlıyorlardı.

RYTHM (Daha İyiye Ulaşmak İçin Kendini Geliştir) misyonuyla özel çocuklara eğitim veren Taarana Okulları ile sahillerin temizlenmesi gibi sosyal sorumluluk projelerinde yer alıyorlardı. 

Burada ofis ziyaretinden sonra gün bitmişti. Yukarı katlardaki ofislerden birinin penceresinden baktığımda kapkara bulutların göğü kapladığını gördüm. Kuala Lumpur’da sabah güneşli bir güne uyandıysanız, bu, gününüzün bu şekilde devam edeceği anlamına gelmiyordu.

Yoğun sıcak hava nefes almanızı önlerken birden bağlı olduğu vanası açılmış koca bir hortumdan püsküren su gibi yağmur yağıyor ve sırılsıklam olabiliyordunuz! O nedenle herkesin elinde yazın sahil kenarında altında güneşten korunduğumuz büyüklükte şemsiyeler yer alıyor ve burada da yağmurdan korunuluyordu.

Yağmurlu havada QI Tower’dan çıkarken mental olarak Ghandhi’yi takip ettiğimi içimden tekrarlayıp dururken heykeline de selam vermeyi ihmal etmedim.

Cesur Olun!

Malezya’ya gelip de Uzakdoğu mutfaklarını tatmadan gitmek olmazdı. Hintliler, çinliler ve Malaylardan oluşan bir nüfus yapısına sahip Malezya, çeşitli ulusların mutfaklarını denemek için güzel bir fırsattı.

Malay mutfağından başlarsak, etler yoğun baharatlı soslarla pişirilirken, yanında pilav ile servis ediliyordu. Biryani dedikleri baharatı bol ve ağzı yakan pilav ise benim damak tadıma çok uymuyordu.

Birgün de biftekli noodle (erişte) çorbası içmek istedim. Malezya’da yediğim en damak tadıma uymayan yemekti. Biftek yerine kocaman bir işkembeyi içine attıkları çorbada ananası da eksik etmemişler, güzelim meyvenin DNA’sı işkembe kokusundan bozulmuştu. Benim gibi işkembe çorbasına bayılan ve “ilk kez bol sarımsaklı işkembe çorbası içen kadın görüyorum” yorumlarını iltifat olarak kabul eden birisi için bile burada yemeye çalıştığım noodle fazlasıyla mide bulandıran bir tattı.

Noodle çorbasının yanında gelen yeşil sosu çorbanın içine boca edip “belki sarımsak gibi bastırıcı bir aroma olur” demem bile işe yaramamıştı. O yeşil sos çorbayı öylesine acı bir tada büründürmüştü ki, ağzım yanarken kemirmeye çalıştığım koca parça işkembe tabağın içine düşünce çorba gözüme kaçmış ve gözüm de yanmaya başlamıştı.

Kasada duran kıza bağırarak bir şişe su rica ettim. Kız yanıma geldi, ağzımı gösterip su istediğimi yeniledim. Kız gülümseyerek karşılık verdi:

“Su?”

“Evet su getirir misin?”

“Su mu?”

“Su”

“Su istiyorsun?”

“Su bana, şişesi...”

O an içimden ne küfürler ettiğimi buraya yazamam ama Malezya’ya gelirseniz bilin ki buradaki restoranlarda, dükkanlarda hizmet verenler çok yavaş hareket ediyor. Bir kasaya gittiğinizde kredi kartınızı alıp işlem yapacakken birden yanındaki arkadaşıyla konuşup sizi unutanlar da olabiliyor.

Neyse gelelim Vietnam mutfağına! En başarılı bulduğum mutfaklardandı. Yanımıza gelen garsona yemek siparişlerimizi verdik, ekmek yerine pilav yendiği için pilav isteyip istemediğimizi sordu. “Az” ve “çok” pilav seçenekleri olduğunu, ikisinin fiyatının da aynı olduğunu söyledi. Neden öyle olduğunu sorduğumda, “az” seçeneğini istersem, “çok” ile aradaki farkın aç insanları doyurmak için bir vakfa gittiğini, böylece yemeklerin de ziyan olmadığını söyledi. Bu zamana kadar hiç bu kadar duyarlı bir restoran kampanyası duymamıştım ve çok hoşuma gitti.

İçinde et, havuç ve değişik baharatların olduğu yemeğim ile buharda pişmiş yağsız pilavıma lotus çayı eşlik etti. Hepsi çok hafif ve lezzetliydi. Bir de midyelerden ve değişik bitki köklerinden oluşan çorba ise bana tadını uzun zaman unutamayacağım anlar yaşattı.

Bir gün de çin Sokağı’na gittik. Plastik sandalye ve masalarda oturduk. İçinde karides, tavuk, tofu ve sebzelerin olduğu noodle yedik. Hayatımda yediğim en lezzetli noodledı. Yanına taze sıkılmış karışık meyve suyu sipariş etmiştik. Malezya’ya gelirseniz aklınızda bulunsun, taze sıkım meyve suyuna siz aksini belirtmezseniz şeker katıyorlar ve şerbetten daha tatlı oluyor. O nedenle ekstra olarak şeker koymamalarını belirtin.

Bu müthiş lezzetlerin fiyatı ise içecekle birlikte 8 TL idi. Malezya’da yediğim en ucuz yemekti. Karidesin Türkiye’de pahalı olduğunu söylememle yanımızdaki Hintli arkadaş bir tabak daha yemek sipariş edip karideslerini seçerek biz Türkler’in tabağına servis edip jest yapmıştı.

Hint mutfağı ise çok baharatlı bir mutfaktı. Petronas Kuleleri’nin yakınındaki Suria Alışveriş Merkezi’nde denediğim Hint mutfağında özellikle çok baharat eklememelerini belirttiğim yemeğimden de memnun kaldım. Haşlanmış pilavın üzerine domates sosu, peynir ve etle güzel bir ziyafet çektim.

Malezya’ya gelince farklı tatlar denemek için cesur olun, pişman olmazsınız.