Karşı Kıyı: Yunanistan

Karşı Kıyı: Yunanistan Karşı Kıyı: Yunanistan

Güneş, denizin üzerinde parlak ışıklarını saçarak dans ederken yola çıktık. Galata Kulesi’ne selam vererek mavilikler üzerinde gemimizle ilerlerken İstanbul’un tombul martıları da bizi yolcu ediyordu. Bir süre sonra gemide pasaportlarımız alınıp, yerine kimlik olarak geçen manyetik bir kart verildi. Gittiğimiz tüm adalarda bu kartı yanımızda taşımamız ve pasaport yerine göstermemiz gerekiyordu. Kartlar cüzdanların, çantaların, ceplerin en emin yerlerine konuldu. Güneş kaçıp, ardından gecenin karanlığı çökmeye başlarken, dolunay altın bir tepsi gibi parlamaya başladı. Gökyüzüne bakarken yıldızları saymaya başladım… İlk durağımız Midilli olacaktı!

Karşı Kıyı
Benim için yıllarca sislerin ardındaki “karşı kıyı” olan, Yunanistan’ın üçüncü büyük adası Midilli’ye kavurucu bir ağustos sabahı vardık. Edremit’ten net olarak görülebilen, Türkiye’nin burnunun ucundaki bu “karşı kıyı”yı merak ederek gemiden indim.

Anlaşılan Midilli’ye çok fazla Türk turist geliyordu. Gelir gelmez Duty Free’de Türkçe bir uyarının yazılı olduğu kağıt ilgimi çekti. “Lütfen Parfüm Kutularını Açmayınız!”… Demek ki Türkler o kadar çok parfüm kutusunu açmıştı ki, Yunanlılar artık Türkçe bir uyarı yazmak durumunda kalmışlardı!

Midilli Limanı’nın 20 metre ilerisindeki “Midilli Arkeoloji Müzesi” görülmeden olmazdı… İki katlı bir yapının içine konumlandırılan müzede yüzlerce yıl öncesinden kalma heykeller, mutfak aletleri yer alıyordu. Pek fazla zengin bir müze değildi ve hemen hemen her müzedeki gibi fotoğraf çekilmesi yasaktı.

Tepesinde kalesiyle selam veren Midilli’de Plaz isimli sahile gittik. Kişi başı 1 eurodan daha az bir fiyatla girilen bu sahilde zeytin ağaçlarının altındaki şezlonglara, sandalyelere kurulup sessiz, sakin denize giriliyor ve tüm yorgunluklardan arınılıyordu. Karşımda ise yıllarca “karşı kıyı” olarak nitelediğim Midilli’ye baktığım, Edremit tüm ihtişamıyla duruyordu. Gülümseyerek bir selam çaktım vatanıma!

Paytak Petrus’un Kaçışı
Sabah gözlerimi açtığımda mavi pencereli, beyaz badanalı evler karşıladı beni. Bu adanın ünü o kadar çoktu ki, büyük yolcu gemileri küçücük koylara demir atmış turistleri filikalarla adaya gönderiyordu. 

çılgın eğlencelerin, dar sokakların, yel değirmenlerinin, Pelikan Petrus’un memleketi Mikanos’a hoş gelmiştim!

Kolların dümdüz bir biçimde iki yana açılamayacak kadar dar sokakların olduğu Mikanos’da adım başı minik kiliselere rastlanılıyordu. Hayatımda bu kadar çok kilise ve haç görmemiştim. “En çok ‘günah’ olan yerde vicdanları rahatlatmak için mi bu kadar çok kilise yapılmış?” diye düşünmeden edemedim. 

Kendi aramızda Türkçe konuşurken “S” harfinin üzerine basarak kendine has lehçesiyle bir bey bize selam verdi. Türkçe’yi, Türkiye’yi özlediğinden bahseden kişi, Xeno Kazancıoğlu’ydu. 

Bir dizi ya da film senaryosunu kıskandıracak hayat hikayesini ayak üstü anlattı Xeno. İstanbul’da doğmuş, büyümüş, ev dışında her zaman Türkçe konuşmuş. Vefa’da futbol oynamış… Bir gün bir kıza gönül vermiş. Cleopatra adındaki bu Rum kız dillere destan güzellikteymiş. İstanbul’da yaşayan Cleopatra Türkçe bilmiyor, Rumca konuşuyormuş.  İstanbul’da tutunamamışlar, dışlanmışlar o yıllarda.

Cleopatra’ya olan aşkından “vatanı” bellediği İstanbul’dan ayrılmaya karar vermiş. 1964 yılında Mikanos’a yerleşmiş ve o yıldan beri kuyumcuda çalışıyormuş. Cleopatra’sıyla birlikte 3 çocuk, 5 torun yetiştirmişler…

Bu hikayenin etkisiyle bir süre dar sokaklarda gezdikten sonra adanın yavaş yavaş otantikliğini kaybettiğini düşünmeye başladım. Herhangi bir alışveriş merkezinde bulunabilecek dünya markalarına ait dükkânların yer aldığı sokaklarda kendimi çok farklı bir yerde gibi hissetmedim uzun bir an için.

Otantik takılar satan dükkânlarda ise rastladığım nazar boncuklarından yapılmış bileklikler ve kolyelerin üzerindeki Yunan bayrağını görünce, “Bu işte bir yanlışlık olmalı… O bayrak Türk bayrağı olmalı…” diye mırıldanıverdim. Bu, sadece gördüklerimin başlangıcıydı.

Bir kafeye oturduğumda Türk kahvesini de Yunan kahvesi olarak menülerinde yazdıklarını gördüm. Garsona Yunan kahvesi ile Türk kahvesi arasındaki farkı sordum. “Yunan kahvesi daha baharatlıdır” cevabını alınca “Nasıl bir şeymiş bakalım” diyerek bir adet şekerli sipariş ettim. Bizim Türk kahvesinin tamamen çakması olan kahve önüme gelip de bir yudum içince fazla baharat değil de fazla su, az kahve ile ağzımın tadının bozulduğunu itiraf edebilirim.
Mikanos’a gelen herkesi karşılayan ve fotoğrafları süsleyen, adeta adanın maskotu haline gelen Pelikan Petrus ise beni hayal kırıklığına uğratmıştı. “Başak geldi, seni hayal etmişti, kaç” dedi birisi herhalde ki, adaya gelip Paytak Petrus’u görmeyen bir tek ben oluvermiştim. “Gidelim Başak” dedim ve vurdum kendimi Paradise Beach’e!

Volkanik Güzellik
Tepesinde beyaz evleriyle yüksek mi yüksek bir adada yeni günü selamladım! Ada, aynen dümdüz ovada birden beliriveren yüksek bir dağa benziyordu. Denizin maviliğini asice delerek geçip yükselen Santorini’ye hoş gelmiştim!

3.600 yıl önce büyük bir volkanik patlamayla sulara gömülen Minos Uygarlığı’nın merkezi olan bu ada, 1956 yılında tekrar volkanik bir patlama yaşamıştı. Bir kısmı daha sulara gömülen bu adada olmak ve volkanik patlama olasılığını görerek yaşamak yürek isterdi! özellikle balayı için tercih edilen bu sessiz adada, ilk gecenizde volkanik patlamanın olduğunu düşünsenize!

Ada öylesine yüksekti ve kıyısı neredeyse yok denecek kadar azdı ki, limanı olmadığından gemi yolcularını filika ile adaya taşıyorlardı. Filikadan sonra adaya tırmanış başlıyordu. Tırmanış için üç seçenek vardı:
1.    Teleferik
2.    Katırlar
3.    Ayaklarınız!

Katırlarla tırmansak, kim bilir kaç dakika sürerdi… Hem katırlara da yazıktı! Ayaklarıma ise güvenemiyordum. İyisi mi birkaç dakikalık teleferik yolculuğuyla tepeye tırmanmaktı! 

Tepeye varınca beyaz badanalı tek ya da çift katlı yapılar bizi karşıladı. Dar sokaklarındaki dükkânları dolaşarak şehir merkezine doğru yürümeye başladık. Volkanik bir ada olduğu için volkanik taşlardan üretilmiş takılar ve biblolar vitrinleri süslüyordu. 

Şehir merkezi Fira’ya varınca uzunca bir taksi kuyruğu karşıladı bizi. Adanın en büyük sıkıntılarından biri, taksi miktarının az olması ile turistler için ulaşımın sorun olmasıydı. üşenmeyip otobüs bulmaya çalıştık. Zaten başka çaremiz de yoktu!

Santorini’ye gelince mutlaka ama mutlaka Oia Köyü’ne gitmek gerekiyordu. Sorup soruşturarak Oia’ya giden otobüsü de bulmuştuk. Dar ve virajlı dağ yolunu tırmanırken deniz tarafında oturanlar gözlerini kapatıp kötü düşüncelerden uzak durmaya çalışıyordu. Evet, yol dardı… Evet, santimlerle ölçülecek şekilde denizle aramızdaki mesafeyi koruyorduk! 

Sonunda Oia Köyü’ne vardık. Hava öylesine sıcak ve güneş öylesine tepemizdeydi ki, bir an için cehennemdeyim sandım. Fakat dimdik yamaçlara, merdivenlerin yol olduğu beyaz evlere döşeli kurulan sokakları görünce fikrim değişti. Aşağı doğru bakınca denizin etkileyici maviliğiyle dans eden bakımlı mı bakımlı beyaz evler içimi açtı.
Evlerin aralarındaki kocaman saksılarda yetiştirilen rengârenk çiçekler de bu manzarayı daha da güzelleştiriyordu.

Santorini’ye gelip bu manzaranın güzelliğinden çalıp fotoğraf çekilmemek olmazdı!
Sıcak bunaltınca bir sahile gitmek gerektiğini düşündük. Oia Köyü’nden merkeze yürüyüp “Turist Bilgi Merkezi”nden nereye gidebileceğimizi öğrenmek ve bir harita edinmek istedim. Fakat görevli kadınlar o kadar ilgisiz ve mutsuzdular ki, ağızlarını açıp yardım için tek söz söylemeye üşenirken, haritalarının olmadığını büyük bir keyifle söyleyebildiler. Tekrar otobüs ve Fira yolları göründü bize… Fira’dan tekrar otobüs ve Kamari Beach’e hoş gelmiştik!

Bu Denize Giren çıkamıyor!
Kamari, koyu renkte volkanik taşlara döşeli bir sahildi. Yere havlumuzu serip tam yatmaya hazırlanırken “s” kelimesini telaffuzundan Yunanlı olduğunu anladığım bir kız, ağzı haşlanmış mısırla dolu olarak konuşmaya başladı. önce, söylediklerinin bir şaka olduğunu ya da İngilizcesini anlamadığımı sandım, ama biraz daha dikkatle dinleyince ne dediğini doğru anladığımı gördüm.

“Ben şemsiyeye para verdim. Gölge benim gölgem. Havlunuzun kenarını çekin…”
Haydaaa! Hayatta böyle bir şey duymamıştım. Bizim kalabalık mı kalabalık sahillerimizde bir şemsiye gölgesinin çevresini kiraladığımızı ve yer bulamayanların hasbelkader, güneşin de yer değiştirmesiyle şemsiyemin gölgesinin bir köşesinde kaldığını düşündüm. “Kalk oradan, ben para verdim oraya!” desem, güneşin esmerleştirdiği tenimde güzel de bir mor rengini hediye olarak kazanırdım herhalde!

Genelleme yapmak istemiyorum ama Yunanistan’da öyle değişik insanlarla karşılaştım ki, dünyayı gezsem bu kadar değişik tepkileri olan insanları bir araya toplayamazdım!
Tövbeler çekerek, elimden bir kaza çıkmaması için kızdan çoook uzak bir yere taşındık. Denizin tuzlu suyu sinirimizi alırdı ne de olsa!

Volkanik taşlara ayaklarım gömülerek denize bir adım attım ve sürpriiiz! Bir adım attığım deniz, boynuma geliyordu. Hayatımda böyle bir anda derinleşen deniz görmemiştim. Şoku atlattıktan sonra ileriye yüzdüm. Bu sefer de ayaklarım yere değiyordu. öyle değişik bir denizdi ki, çukurlarla dolu olarak birden derinleşiyor veya birden sığlaşıyordu. 
Denizden çıkmak ise ayrı bir hüner gerektiriyordu. Denizden çıkmak isteyen istisnasız herkes yüzüstü yere kapaklanıyordu. Tam bir adım atarken denizin hafif dalgası bileğinden tutup seni çekerken, taşlar da işbirliği yapıp ayaklarını derinlere gömüyordu…

Kamari’de denize giren çıkamıyordu… çıkansa bir daha girmemeye yemin ediyordu!
Volkanik topraklarda yetiştirilen üzümler lezzetli, bu üzümlerden üretilen şaraplar ise enfes oluyordu… Kısacası Santorini şarabı almadan bu ada terk edilmiyordu! Santorini’ye veda ederken bu geleneği bozmamak da boynumun borcu olmuştu.

Kişisel Gelişim
Sabah kocaman bir kale karşıladı beni. Bir an için kendimi Ortaçağ’ın sonlarındaymışım gibi hissettim. öylesine heybetli ve tarihi bir kaleydi ki!
Bu kalenin kapısından geçmeden şehre giremiyordunuz. Kalenin bir kapısı, üzerindeki kulelerde de gözcüleri olsa tam olacaktı tarihteki yolculuğum! Rodos’a hoş gelmiştim!

Tapınak Şövalyeleri tarafından inşa edilen ve UNESCO’nun Dünya Mirası Listesi’nde yer alan kalenin kapısından girer girmez bu adaya âşık olmuştum. Diğer gezdiğim adalara nispeten geniş mi geniş sokaklar ve meydanlarıyla, bir adadan çok, bir başkentti… Hem de en sevimli başkent… 

Bu adada kendimi Yunanistan’da değil de Türkiye’de Kuşadası, Marmaris’te gibi hissetmiştim. Minik dükkânlar, restoranlar, dondurmacılar… Zaten Rodos’ta Türk nüfusu çok fazlaymış. Mübadele zamanında Rodos’ta Türk nüfusundan fazla giden olmamış. 

Dükkânların arasında gezerken hangi sahile gitmenin iyi olacağını tartışıyorduk. Dükkânlardan birine girerek satıcı kadına sormaya karar verdim. İngilizce sorduğum sorunun yanıtını Türkçe almamla şaşırmadım. çünkü Rodos’ta zaten kendimi Türkiye’de gibi hissetmiştim. Sanki olması gereken buydu!

Büyük büyük ataları Rodos’a yerleşen ve mübadele zamanı Türkiye’ye gitmeyen bir Yunanistanlı Türk’tü karşımdaki kadın. Rodos’ta çok güzel bir müzenin ve gezilecek görülecek yerlerin olduğunu söyledi. İçim yandı… çünkü güzelim Rodos’a bir gün ayrılmıştı, yorulmuştuk ve denize girmeyi çok istiyorduk… Bu düşüncelerimizi söyleyince, “Falariki Beach’e gidin… Orası güzeldir… Taksiyle gidin” şeklinde cevapladı bizi. Teşekkür edip yanından ayrıldık.

Elinde frappesiyle Amerikan filmlerindeki fırlama şoförlerin çakması şeklinde taksisinin yanında duran adama yaklaştım. Falariki Plajı’na gitmek üzere pazarlık yaptık. 19 euroya anlaştık. Falariki Plajı’na varınca benden sadece 19 euro değil, ruh sağlığımı da (ç)alacağını bilsem biner miydim taksisine? 

Rodos’un yeşilinin – mavisinin içinde yolculuk yaparken başladı konuşmaya:
“Buralarda taksi zor bulunuyor. Bana saati söyleyin, sizi dönüşte de plajdan alayım…”
“Olabilir… Gidiş – dönüş 38 euro mu?”
“Hayır, 60 euro…”
“Neden? 19x2=38 euro etmez mi?”
“Ben ama işimi gücümü bırakıp size zaman ayırıp geleceğim. Orada hayatta taksi bulamazsınız. 60 eurodan bir kuruş inmem!”
“İyi de senin işin zaten bu! İşini gücünü bırakmak ne demek? Başka ne işin var? Merak etme bulunur taksi… Ben hiçbir yerde kalakalmadım. Bizim için endişelenme…”

O sırada karşıdan gelen arabaların da yüzde 80’i taksiydi. Onlardan birini gösterdim:
“Bak, bir sürü taksi bizim gittiğimiz istikametten geliyor. Bunlardan birine binerim. Hem nerede görülmüş gidiş – dönüşün daha fazla para olduğu? Senin bir de indirim yapman gerekir… Türkiye’de de, dünyanın hiçbir yerinde böyle bir şey yok…”

Beyimiz frappesinden bir yudum alıp tükürüklerini saçarak konuşmaya başladı. Ses tonu sinirlendiğini belli ediyordu. Türkleri sevmediğine de bahse girerdim.
“Orası Türkiye! Burası Yunanistan! Burada böyle! Beni dinle beni! Ne çok kendine güveniyorsun sen! Bazen birilerini dinlemen gerekir! Kalacaksın orada işte! Taksi bulamayacaksın!”

Ceviz didikleyen karga gibi beynimi didikleyen şoförden Falariki Plajı’na gelince kurtuldum. Parasını verirken hâlâ dönüşte taksi bulamayacağımı söylüyordu frappeli manyak!
Sanki kişisel gelişimimi hızlandırmak için bu gezide böyle tipleri bilerek yollamıştı bana İlahi güç! 

Falariki, upuzun bir plajdı. öyle ki ne başı, ne sonu belliydi. Uzadıkça uzuyordu… Kimi yerlerden müzik sesleri geliyordu. Bizim bulunduğumuz alan tamamen kafayı dinlemeye yönelik bir yerdi. Mavi şemsiyelerin altında, mavi şezlonglarla, incecik kumlar ve sakin bir deniz…

öğlende acıkınca, çok methedilen Yunan mezelerini tadalım istedik. Türk mezelerinin dünyanın hiçbir yerinde bulunmayacağını anlamam için bu deneyimi yaşamak istemezdim ama hayatımda yediğim en sert ve tatsız ahtapot ve yine en sert kalamarı Yunan tavernasında yemek nasip olmuştu. 

Dönüş yolu mu? çok kolay oldu. öğle yemeğini yediğimiz tavernanın sahibi yakındaki taksi durağını aradı ve iki dakika sonra taksi emrimize amadeydi!

Hanya’yı Konya’yı Gördün mü?
Yunanistan’ın en büyük adası Girit, bizi kavurucu bir güneşle karşıladı. Karşımızda yeşillere bürülü dağlar, denize yakın kısımlarda ise karmakarışık bir yapılanmanın olduğu şehir manzarası ile adaya hoş gelmiştik!

Iraklion Limanı’ndan otobüse binerek Hanya’ya doğru yol aldık. Yol boyunca hep aynı manzara vardı. Makiler, taşlar, makiler, taşlar sonra makiler ve sonra yine taşlar… Değişik hiçbir şey göremediğimden uyku bastırdı ve zevkle uyudum.

Bir süre sonra gözlerimi açınca Yunanlı rehberimiz “Bali”den bahsediyordu. Bali Köyü’nün yanından geçiyormuşuz. 1600’lü yıllarda Osmanlı İmparatorluğu yönetimine geçen adaya gelen Türkler kovanlar kurarak bal yapımına başlamış. Hâlâ bal yapımının devam ettiği o köye de Yunanlılar “Bali” demişler. Zaten çoğu kelimelerimiz birbirine benziyor. Sonuna sadece “i” harfini ekliyorlar. “Portakal”, “Portakali” gibi…

Girit adası entelektüel yazarların, sanatçıların ve Yunanistan’ın tarihini yazan Devlet Adamı Elefterios Venizelos’un vatanıymış. 

Giritliler, Venizelos’un bu adada doğmasıyla öyle gururlanıyorlar ki, tüm caddelere, sokaklara “Venizelos” ismini vermeyi uygun görmüşler. 

1864 yılında Osmanlı toprağı olan Girit’in Hanya şehrinde doğan Venizelos, ayaklanmalar başlatarak 1913 yılında Girit’in Yunanistan’a katılmasını sağlamış. 

Herkesin kulağına tanıdık gelen bir söz de, Venizelos’un doğduğu topraklardan çıkmış. “Hanya’yı Konya’yı gördün mü?”… Osmanlı zamanında bir aralar en batı uç, “Hanya”, en doğu uç da “Konya”ymış. Bu söz de “En uç noktaları gördün mü?” anlamına gelerek ortaya çıkmış.

Konya’yı görmüştüm, sıra Hanya’daydı… Hanya, gözetleme kalesi olan, denizin kenarına kurulu olarak cafeler ve restoranlarla dolu bir yerdi. Osmanlı Dönemi’nden kalma camii de içi boşaltılarak kanaviçe, dantel sergilerine ev sahipliği yapan bir alana dönüştürülmüştü. 

Hanya’dan sonra saatlerce süren bir yolculukla Rethimno’ya vardık. Ben Rethimno’yu çok güzel bir plaj olarak hayal ediyordum. Ya da içim kavrulduğu için denize girme aşkıyla böyle bir şeyin olmasını diliyordum ama… Hayal kırıklığı…

Gemilerin atıklarını bıraktığı bir liman plajından ne beklenirse ancak o kadarı vardı… Denize girmek benim için hayaldi…

Tüm günümü yollarda geçirip, Hanya, Rethimno diye telef olduğuma yandım… Girit’teki tek günümde bir plaja gitsem benim için daha iyi olurdu herhalde!

Bunlar Halk Oyunu mu Oynuyor?
Ertesi gün deniz dalgalı mı dalgalıydı. Atina’nın Lavrion Limanı’na vardığımızda, güvenli bir koya varmanın sevinciyle karaya ayak bastık. Şehrin dışındaki bu limanın çevresinde neredeyse hiç yerleşim yok gibiydi…

Atina merkeze ulaşım bir saat sürüyordu. Atina’ya gelmişken de Akropolis’e gitmeden olmazdı!

Yunanca “yukarıda bulunan şehir” anlamına gelen Akropolis’e merdivenlerden kan - ter içinde kalarak çıkıyordunuz. Akropolis, dünyaca o kadar meşhur ki, turistlerden dolayı iğne atılsa yere düşmüyordu. İçinde Parthenon, Athena ve Erekhtheion tapınaklarının bulunduğu bu büyük alanda restorasyon çalışmaları yapılıyordu.

Akropolis’in yüzde 15’inden daha fazlasının restore edilmesine, “doğallığı bozulur” denilerek izin verilmiyordu. Mermerler oksijenle temas ettiği için yıllarla birlikte sararmaya başlamış. Tapınak ilk yapılırken de, restore edilirken de aynı yataktaki mermerlerden yararlanılmış. Fakat buna rağmen yeni çıkarılan mermerlerin rengi beyaz olduğundan tapınak restore edilirken sarı mermerlerin yanında yamalı bohça gibi durmuş. 

Akropolis’ten sonra sıra Atina Parlamento Binası önüydü. Her gün saat 12:30’da binanın önündeki askerler nöbet değiştirirmiş. Gösteri gibi olan bu ilginç nöbeti kaçırmamak adına koşturarak Parlamento Binası’na gittik.

Etekli, uzun beyaz çoraplı, uzunca püskülü olan şapka takmış, ponponlu ayakkabıları olan askerler senkronik hareketlerle bacaklarını havaya kaldırıp bir ileri bir geri hareketler yaptıktan sonra yere basıyorlardı.

Başlarında emir veren bir üstleri olan askerler her emirden sonra bir hareket yaparak yavaş hareketlerle ilerliyorlardı. Ayakları yere değdikçe sıradan bir ayakkabı ökçesinden gelmeyecek sertlikte ve yükseklikte ses geliyordu. üşenmeden eğilip ayakkabılarının altında ne olduğuna baktım. At nalı takmışlardı ökçelerine!

Askerlerin nöbet değişimini izleyen kalabalık turist gurubundan yükselen bir ses ise durumu özetlerken herkesi kahkahaya boğdu:
“Bunlar halk oyunu mu oynuyor?”

Kendimi ilk kez bu kadar kendi ülkemde gibi hissettiğim başka bir ülke maceram daha bitmişti. Sayılı gün çabuk geçerdi ama önemli olan o sayılı günlere neler sığdırıldığıydı. Yunanistan’ı adalarıyla tüm damarlarımda akan kan gibi hissederek Türkiye’ye “merhaba” dedim…